11 Temmuz 2023 Salı

Paris Roubaix Challenge - Parke taşları ile aşk yaşamak!

8 Nisan 2023'te katıldığım Paris Roubaix Challenge yarışı, benim için gerçek bir maceraydı. Bu tarihi yarışa yaklaşık 5000 kişi katıldı ve pedalların döndüğü bu mücadele dolu serüvende, tekerleklerim toz bulutları yaratırken, tarihin dokunuşunu hissettim. Bu yarış, beni sıradanlıktan uzaklaştırıp unutulmaz bir yolculuğa çıkardı; benim için tutkulu ve heyecan dolu bir efsaneye dönüştü.

Bisiklet partnerimin eşinin rahatsızlığı nedeniyle yalnız katıldığım yarış benim için biraz zorlu başladı. Başlangıçta tüm planlarımızı otomobil ile gitmek üzerine yapmıştık, ancak son dakikada her şeye rağmen katılabilmek için Air Brussels'ten uygun bir bilet bulup Brüksel'e ulaşmayı başardım. Oradan da shuttle ile Lille'e geçtim ve Lille'den toplu taşıma araçlarıyla Roubaix'ye ulaştım. Bisiklet taşımanın maliyetli ve yorucu olduğunu düşünerek, Hollandalı bir firmadan boyuma uygun bir bisiklet kiraladım.

Yarışın başlangıcının yapılacağı fuar alanına gittiğimde oldukça sakin bir atmosfer vardı. Sadece ben ve henüz açılmış bir sosisli standı işleten bir abla vardı. Geçen sene edindiğim tecrübeye dayanarak "bana bir Amerikan" dedim ve sosisli ve patatesli ekmekten oluşan sandviçimi yedim. Bir saat kadar bekledikten sonra bisiklet kiralama firmasının sahibiyle buluştum ve bisikletimi teslim aldım. Güzel bir sohbetin ardından, otelime doğru yol aldım. Otel Roubaix velodromuna sadece 1km mesafedeydi. Oteli bulmam kısa sürdü, ancak kapısını açmak için biraz uğraşmam gerekti çünkü açılış düzenekleri adeta bir odadan kaçış oyunundan fırlamış gibiydi!








Kaldığım cadde, Fransız şehirlerine nazaran daha çok Fas sokaklarını andırıyordu. Ancak bu bölgede tattığım en iyi fiyat performansına sahip kruvasanı denemiş olabilirim. Gece, odamın ana caddeye bakan penceresi nedeniyle biraz gürültülü geçti ve istediğim kadar iyi uyuyamadım. Sabah 06:20'de yarışın başlayacağı Vélodrome André Pétrieux'e gitmek için bisiklete atladım. Yarışa başlamadan önce, yarış sonrası giyeceğim t-shirt, iç çamaşırı, çorap ve spor ayakkabılarımdan oluşan çantamı vestiyere teslim ettim. Sanırım bunu yapan ilk kişilerden biriydim çünkü bana 2 numaralı vestiyer fişi verildi. Yarışta esnek bir başlama saati olduğundan, Paris Roubaix Challenge yarışından sonra başlayacak olan Paris Roubaix Femmes yarışçılarına yakalanmamak için 07:00'de yarışa başladım.






Yarışın ilk 50 kilometresi diğer gran fondolar gibi hızlı ve olaylardan uzak bir şekilde geçti. Pürüzsüz bir asfaltta, bir Fransız, bir Hollandalı ve bir İtalyan bisikletçiyle birlikte birbirimizi takip ettik. Arenberg Ormanı'na yaklaşırken atmosfer giderek gerildi ve sessizlik hakim oldu. Jantların ve zincirlerin sesinden başka bir şey duyulmuyordu. Hepimiz Kuzeyin cehenneminin ilk zebanisiyle karşılaşmaya az kaldığının farkındaydık. Sert bir virajı dönüp ardından muhteşem bir hızla Arenberg sektörüne girdik. İnsanlar arasından hızla geçerken kendimi adeta Yves Lampaert gibi hissettim. Bisikletçilerin birçoğu lastik patlamasından veya diğer teknik problemlerden dolayı kenara çekilmiş durumdaydı. İçlerinde zinciri kırılanlar bile vardı.



Tam gaz parke taşlarının üzerinden seke seke giderken aniden hızımda bir düşüş fark ettim. Bacaklarım güçlüydü, ancak bisikletim bu durumu pek önemsemiyordu. Arkamdan gelen birisi Fransızca "patlak lastik" diye bağırdı. Aynı anda suluklarımdan birini de titreşim nedeniyle kaybettiğimi fark ettim. Hemen durdum ve lastik değiştirmeye başladım. Tam o sırada, devasa bir Van Aert benzeri adam bana jantı uzatıp, "Lastiği nasıl çıkarırız?" diye sordu. Muhtemelen her zaman lastiklerini değiştirmeyi profesyonel bir ekip yapmıştı. Hızlıca nasıl yapılacağını anlattıktan sonra kendi işime geri döndüm. Şans eseri, zaman kaybımın çok fazla olmadığını gördüm. Ön lastiği takıp pedallamaya devam etmeye hazırlanırken, arka lastiğin de patladığını fark ettim. Moralim biraz düşmüştü çünkü yanımda yedek iç lastik bulunmuyordu. Ancak umutsuzluğa kapılmadan, lastiklere az miktarda hava basarak yavaşça ilerleyip ilk destek noktasına kadar gitmeye karar verdim. Hala önümde 5 sektör vardı ve yarışa devam etmek için mücadele etmem gerekiyordu.

Trouée d'Arenberg, Mons-en-Pévèle ve Carrefour de l'Arbre ile birlikte Paris Roubaix'in en zorlu (5 yıldızlı) sektörlerinden biri. Sektördeki yüksek aralıklı parke taşlarının arasında sıkış tepiş ilerlemek beklediğimden daha sıkıntılıydı. Titreşimler ve çalkantılı yol bedenimi ve zihnimin sınırlarını zorladı. Pedal çevirmek, hızı kontrol etmek ve dengede kalmak için yoğun bir konsantrasyon gerekti. 

Bu zorluğa rağmen, bu deneyimde kendimi canlı hissettim ve tatmin oldum. Zorluklar sadece fiziksel değildi, aynı zamanda zihinsel dayanıklılığı da test etti. Odaklanmak, engelleri aşmak ve hızlı tempoda dikkatli olmak gerekti. Bu zorlu sektördeki heyecan ve atmosfer tarif edilemezdi. Trouée d'Arenberg, Paris Roubaix'in 5 yıldızlı sektörlerinden biri olarak bu ünvanı kesinlikle hak ediyor. 

Arenberg'in bitiminde birçok bisikletçi mola vermişti. Bazıları dinlenmek, bazıları ise geride kalan arkadaşlarını beklemek için durmuştu. Bu noktada, bazı deneyimli katılımcıların aileleri ve arkadaşları da sevdiklerini desteklemek için oradaydı. Onlar, gıda ve teknik destek sağlayarak, resmi olmayan bir "Ravitaillement" bölgesi gibi görev yapıyorlardı. Ben ise resmi Ravitaillement bölgesine 30 km daha ilerlemek için yanımda bir grup arıyordum.



Çifte lastik patlatmanın verdiği hayal kırıklığı ve halihazırda mevcut olan yüzsüzlüğümle, diğer kalabalık grupların arkasına takılıp eforumu saklamaya çalışıyordum. En sonunda, tam bana uygun bir Fransız ekibi buldum. Bu bisikletçiler, benden yaşça daha büyük olmalarına rağmen düz yolda 32-33 km hızla rahatlıkla ilerleyebiliyorlardı. İlginç olan şu ki, bu ekip, 1974'ten beri düzenlenen Paris Roubaix Cyclotourisme (Paris-Roubaix Challenge'den farklı olarak tüm Paris-Roubaix rotası geçiliyor) adlı amatör yarışına katılıyorlarmış. Hatta çoğu, ilk yıl kullandıkları bisikletle hala yarışıyorlardı!

Bu ekip sayesinde moral buldum ve yolculuğuma devam ettim. Onlarla birlikte pedallarken, Paris Roubaix Challenge'ın heyecanı daha da arttı. Kendi deneyimlerini paylaşırken ve tarihleri boyunca yarışa katıldıkları anıları anlatırken, bu yarışın gerçek bir klasik olduğunu bir kez daha hissettim.

Bu beklenmedik ekip buluşması, yoldaşlık ve dayanışma ruhunu benimsememde büyük rol oynadı. Her bir pedal çevirişimde, Paris Roubaix'in tarihine ve mitolojisine saygı göstermek için motivasyonumu artırdı.

Wallers to Hélesmes sektörüne girdiğimde, özgüven dolu bir şekilde ilerliyordum. Ancak birkaç metre sonra, bu sektörün de tecrübesizler için kolay olmadığını anladım. Yeni tanıştığım ekip arkadaşlarına tutunmaya çalışırken kollarım sallanıyordu, ancak onlar pürüzsüz bir asfaltta sürüyormuş gibi hızla ilerliyorlardı.


Wallers to Hélesmes'den sonra 7 km süren bir "dinlenme" bölümü geçtik ve ardından Hornaing to Wandignies sektörü başladı. Bu iki sektörü birbirine bağlayan yolda, genellikle kötü asfalt, köy yolları ve stabilize bölümler gibi traktörler için yapılmış gibi duran yollarda ilerledik. Yarış boyunca, tezek kokusuyla birlikte ilerlerken, Paris Roubaix'in ne kadar iyi pazarlandığını ve bizim ne kadar beceriksiz olduğumuzu düşündüm. Güzergahın birkaç noktası dışında, Paris Roubaix bisiklet sürmek için cazip olmayan bir yer gibi görünse de, yaşanan kültür ve atmosfer havayı bambaşka bir hale getiriyordu.

Birkaç zorlu sektörü geride bıraktıktan sonra dinlenme noktasına ulaştım. Hemen enerji jellerimi tazeledim ve izotonik enerji içeceklerinden birkaç tane içtim. Ardından Shimano standına uğradım ve lastiklerimi ideal hava basıncına getirdiler. Ayrıca, ihtiyacımdan fazla olan yedek lastikleri de formamın arka cebine yerleştirdim. Böylece hazırlıklarımı tamamladıktan sonra yoluma devam ettim.

Bir sonraki dinlenme noktasına kadar, önümde korktuğum iki sektör vardı. Birincisi, tahminime göre kaygan olacak olan 3 yıldızlı Orchies sektörüydü. Diğeri ise yarışın en uzun ve zorlu 5 yıldızlı sektörü olan Mons-en-Pévèle'ydi. Mons-en-Pévèle'den korkmamın bir diğer nedeni, ortasından itibaren yükselen eğimiydi ve 100 km'lik yolculuğun sonunda bu sektörü nasıl atlatacağımı merak ediyordum.

Orchies'de beklediğim gibi, yol kenarında birçok su birikintisi vardı ve bisikletimle yol tutuşu sağlamak oldukça zorluydu. Bu sektörde birçok bisikletçinin lastiği patladı. Ancak Mons-en-Pévèle, beklediğimden daha eğlenceli geçti. Cebimdeki 4 yedek lastiğe güvenerek, yokuş yukarı bir sprint yapmaya karar verdim. Çevremde çok az insan vardı ve sektörün eğimli olduğu noktada kadansımı yükselterek mümkün olduğunca hızlı gitmeye çalıştım. Elbette yorucuydu, ancak büyük bir keyif aldım!

Mons-en-Pévèle'deki bu deneyim, beni zorlukları aşmanın ve kendime olan güvenimi artırmanın önemini bir kez daha hatırlattı. Yarış boyunca karşılaştığım zorlu sektörler ve zorluklar, aslında eğlence ve keyif dolu anlara dönüşebiliyor. Bu sektörleri başarıyla atlattığım için gurur duydum ve bir sonraki sektör için motive oldum.

Son dinlenme noktasına varmıştım ve artık önümde iki engel kalmıştı. Ardışık olarak başlayan Camphin-en-Pévèle ve yarışın son 5 yıldızlı sektörü olan ve televizyonda gördüğüm kadarıyla favorim olan Carrefour de l'Arbre. Bu iki sektörü geçtikten sonra yarışın en zorlu kısmı bitecek ve mental olarak büyük bir rahatlama yaşayacaktım. Tekrar tekrar bu sektörlerin ne kadar zor olduğundan bahsetmeyeceğim, ancak el kemiklerimin bu kadar ağrıyabileceğini hiç düşünmemiştim. Titreşimler yüzünden vücudumun üst tarafında ağrımayan bir yer kalmamıştı :)

Camphin-en-Pévèle'yi geçtikten sonra, hiçbir sektörde durup fotoğraf çekmediğimi hatırladım. Carrefour de l'Arbre'in başında durup, avcıların avlarıyla poz verdiği gibi birkaç selfie çektim. Ne de olsa bu yarışı bitirince profesyonellerin geçtiği 30 sektörün 19unu avlamış olacaktım. Carrefour de l'Arbre'i geçerken, bir sonraki yıl tekrar gelmeyi düşünmeye başlamıştım ve gelecek yıl beraber gelecek arkadaşlarıma hangi konularda yardımcı olabileceğimi düşünüyordum. Bir yandan saate baktım ve kadınlar yarışının henüz başlamamış olduğunu gördüm. Bu da çok fazla acele etmeme gerek olmadığının bir göstergesiydi. Yarışı bitirdikten sonra rahat rahat duşumu alıp kadınlar yarışı için velodroma geri dönebilirdim. 



Yarışın sondan bir önceki sektörü, aslında yarışın gerçek anlamda son sektörüydü ve sonlarına doğru yol kenarlarında bolca kaçış alanı bulunması nedeniyle pek yorucu sayılmazdı. Bu sektörü geçtikten sonra, büyük bir ekip ile birlikte yarışın sonuna kadar birlikte sürdük. Büyük deneyimler ve zorluklarla dolu bir yarışın sonuna yaklaşıyorduk ve bitiş çizgisine sadece 8 km kadar kalmıştı. Küçük pelotonumuzda şenlik havası hakimdi ve herkesin yüzü gülüyordu. Ben ise madalyamı aldıktan sonra Amerikan sandviçimi yemek ve biramı içmek için sabırsızlanıyordum.

Yarışın son sektörü olan Roubaix sembolik bir sektördü. Yalandan ufak birkaç parke taşı serpiştirilmişti, ancak bu sektörü geçerken içimde, sağa dönüp velodroma giren ve televizyon başında (geçen sene de velodrom tribününde) tanıklık ettiğim o unutulmaz anlar canlandı. Kendi hikayemde belki onlar kadar göz alıcı bir şekilde velodroma giriş yapmamış olsam da, bisiklet üzerinde geçirdiğim en zorlu 5 saatin ardından nihayet bitiş çizgisini geçtiğimde gerçekten çok mutluydum. Bu mutluluğu başka hiçbir şeyin yerine koymak mümkün değildi.






Paris-Roubaix finişini velodromda izlemek, her bisiklet severin en az bir kez deneyimlemesi gereken bir aktivite. Bu yıl, sadece Paris-Roubaix Challenge katılımcıları tarafından satın alınabilen (kadınlar yarışında ise herkese ücretsiz) özel bölgeden yarışı izleme fırsatını da yakaladım. Roubaix velodromunun tam ortasında dururken, yaklaşan helikopterin sesleriyle birlikte yarışçının nerede olduğunu tahmin etmek ve velodroma gireceği anı beklemek heyecan verici bir deneyimdi. Bu deneyimi şiddetle tavsiye ederim.



Sağlıkla kalın!

içler acısı strava kaydı - https://www.strava.com/activities/8853607649/segments/3079767014514560286

bisiklet kiralama firması - https://www.cctbikerental.com/

31 Ocak 2016 Pazar

aşırı saçma bir bisiklet turu oldu


tuzla - beykoz diye çıkıp tuzla - kadıköy'e dönüşen, ölmek üzere olan jantın hayata döndürüldüğü, 7 aydır devam eden vites sorunun nihayet çözüldüğü aşırı saçma bir tur oldu. he bi de sonunda yenilen devasa pizza ile günü noktaladık.

24 Ocak 2016 Pazar

Megadeth - Dystopia

Megadeth-Dystopia
Megadeth 15. stüdyo albümü dystopia’yı 22 Ocak 2016 tarihinde yayınladı. Büyük bir Megadeth fanı olan ben bile son iki albüm th1rt33n ve Super Collider’dan sonra beklentimi büyütmemiştim.
Albümle aynı adı taşıyan şarkı özellikle ilk 3 dakikasıyla The System Has Failed kalitesinde akarken bir anda değişen temposuyla klasik olma şansını elden kaçırıyor. Dave Mustaine’in soloları daha önceki albümlerde attığı soloların kötü birer kopyası gibi geliyor kulağa.
The Threat is Real bir Megadeth şarkısında olması beklenen her şeyi barındırıyor. Sağlam bir riff, bolca solo. Bana biraz Sepultura’nın Territory’sini anımsatmadı değil. Sololar bol ama pek fazla akılda kalıcı olduğunu söylemeyeceğim. Yine de temposuyla güzel bir albüm açılış şarkısı olduğunu düşünüyorum.
Fatal Illusion. Adı gibi ölümcül kötülükte bir şarkı olmuş. Şarkı karmakaraşık. Kötü mixlenmiş Mustaine vokali ve aşırı overdrivelı gitarların karışımına bir de shredder soloları ekleyin. Nur topu gibi bir Fatal Illusion’ınız oldu.
Death From Within albümün en güzel rifflerinden birine sahip. Ne yazık ki bu şarkının güzel kısmı da 1 dakika 20 saniye sürüyor. Bunun nedeni de Megadeth tarihindeki en sıkıcı nakarat bölümlerinden birinin araya girmesi. Bu nakarat bölümünü bir kenara atıp ilerleyince güzel sololar bizi karşılıyor. Albümü dinlerken dinlesem mi atlasam mı bilemediğim şarkılardan biri.
Bullet To The Brain orta tempoda güzel bir şarkı. İlk dinleyişte beğenmemiştim. Daha sonra dinledikçe sololarına ve Chris Adler’in davullarına bayıldım.
Post American World, The World Needs A Hero albümünde yer alan bir şarkı gibi. Fazla ilgi uyandırmıyor. Dinlerken çok sıkıldım. Geçiniz.
Poisonous Shadows albümün en ilgi çekici şarkısı. Belki de en iyisi. Şarkının melodisi ve introdan sonra gelen ilk solosundan Mustaine’in geçtiğimiz yaz San Diego Senfoni orkestrası ile yaptığı çalışmadan esinlendiği anlaşılabiliyor. Nakaratı, soloları, riffleri ile albümdeki en oturaklı şarkı.
Conquer or Die, Megadeth tarihindeki ender enstrümental parçalardan biri. Girişiyle Last of Us müziklerini anımsattığı için ilk dinlemede ısındım şarkıya. Ortasında giren solo ile şarkının temposunun hızlanması çok iyi olmuş. Konser açılış şarkısı olarak uzun yıllar dinlenebilir.
Lying in State, Blackmail The Universe’in kötü bir kopyası. Blackmail The Universe varken bu şarkıyı neden dinlemek isteyeceğimi bilmiyorum. Bunu da geçiniz.
The Emperor albümdeki en orjinal, en eğlenceli şarkı. Punk & Hard rock karışımı bir havası var. Chris Adler albümdeki en başarılı performansını bu şarkıda sergiliyor. Şarkı eğlenceli olsa da Mustaine’in kariyerindeki en kötü şarkı sözlerine de sahip.
“you’re bad
you’re bad for my head
because you make me sick
you prick”
Dystopia önceki iki albümle karşılaştırılmayacak derecede iyi olsa da hafızalarda çok da yer etmeyecek şarkılarla dolu bir metal albümü. Dystopia, Poisonous Shadows, Conquer or Die, The Emperor ve Death From Within’in bir kısmını beğendim.

1 Ekim 2015 Perşembe

Neden veledromlarımız yok?


Türkiye bireysel sporlarda uzun yıllardır başarısız bir ülke konumunda. 1990'lı yıllarda güreş ve halter, 2000'li yıllarda ise atletizmde yaşanan patlamayı saymazsak olimpiyatlarda elde ettiğimiz 88 madalya ile olimpiyatlara katılan takımlar içerisinde (neden devletler demedim diye soracak olursanız; olimpiyatlara belirli dönemlerde çeşitli ülke uyruğuna sahip sporculardan oluşan karma takımlar da katılmıştır) 37. sırada bulunuyor. Toplam madalya sayısında bizden yukarıda bulunan takımlardan Belarus'un katıldığı 11 olimpiyatta 90, Ukrayna'nın yine 11 olimpiyatta 122 madalyası bulunurken bizim 88 sayısına ulaşmamız için 37 olimpiyata katılmamız gerekti. Bu sayılara son zamanlarda patlak veren atletizm doping skandallarına karışan sporcuların madalyalarının da dahil olduğunu hatırlatayım.

Durumun vehameti ortadayken, bireysel sporların gelişimi için yatırımın artırılması gerekliliği aşikar. Bisiklet de bireysel ve takım sporu olarak Türkiye'nin en çok geride kaldığı sporlardan biri. 1960lı yıllarda Rifat Çalişkan'ın Uluslararası Marmara Bisiklet Turu'nda aldığı birincilik ile bisiklet sporuna ilgi hatrı sayılır derecede artmış, ne yazık ki ilerleyen yıllarda tura daha kaliteli bisikletçilerin katılması ve Türk sporcuların başarı kazanamaması yüzünden ana akım medyada kendine yer bulamayan bisiklet halka adeta unutturulmuş.

Not: Türkiye'nin olimpiyatlarda bisiklet sporunda aldığı en büyük başarı 1972 Münih olimpiyatlarında Ali Hüryılmaz'ın bireysel yol yarışında kazandığı 73.lük ve Türkiye takımının takım zamana karşıda aldığı 24.lüktür. Takım zamana karşıda bizden daha kötü derece yapan İrlanda ve Eritre 2015 yılındaki Tour De France'a sporcu göndermiştir. Ülkemizin henüz WorldTour (En yüksek bisiklet takımı seviyesi) seviyesinde yarışan bisikletçisi bulunmamaktadır.

Bursa'daki ucube veledrom.
Türkiye'de bisikletin gelişmesi için herhangi bir tesis bulunmuyor (Şu an 2020 MTB Dünya Şampiyonası için Sakarya'daki Ayçiçeği Bisiklet Vadisi'ni saymazsak). 1950li yıllarda Bursa'da yapılan (ya da yapılmaya çalışılan) veledrom, pistin açısının yanlışlığı yüzünden yıllarca futbol sahası olarak hizmet vermişti. 2015 Ekim ayı itibariyle Türkiye'de sadece bir adet veledrom (Maltepe) bulunmaktai bu veledrom eğitim amaçlı ve düşük eğime sahip.


İstanbul gibi kaotik bir şehirde antrenman yapmak büyük riskler içeriyor. Anadolu yakasında oturan bisikletlilerin bir şekilde veledrom'a ulaşabildiğini varsaysak da, uzak semtlerde oturan vatandaşların bu tesise ulaşımı zulüm olabiliyor. Avrupa yakasında yapılacak yeni bir tesis bu yakadaki sporcular için bir lüks değil ihtiyaç olduğu ortada.

Yazının başlığı ne kadar "Neden Veledromlarımız yok?" olsa da, biz biraz da "Neden veledromlarımız olmalı?" sorusuna cevap verelim;

Türkiye doğası gereği bisiklet antrenmanları için uygun rotalara sahip. Yüksek irtifa antrenmanı yapılacak şehirlerimiz (örn: Erzurum) , takım zamana karşı antrenmanı yapabilecek uçsuz bucaksız ovalarımız (örn: Konya) mevcut. Bu antrenmanların yapılabilmesi için belirli yetkinliklerin elde edilmiş olması gerekiyor ve bu yetkinliklerin en kolay ve tehlikesiz şekilde geliştirilebildiği yerler de veledromlar. Yol bisikleti sporunda gelişmekte olan ülkere baktığınız zaman pist bisikleti kültürünün önemini çabucak kavrayacaksınız. Commonwealth ülkeleri son yıllarda veledromlarda yetişen sporcuları ile sporu domine etmeye başladı. Kolombiya'da şu anda faal durumda 8 veledrom bulunmakta. Bu rakam Bolivya'da 7, Venezuela'da 6, Trinidad&Tobago'da ise 5. Saydığım bu ülkelerin ekonomik olarak Türkiye'den üstte kalır hiçbir yanı yok.

Aşağıdaki görüntüler ise insanlarımızın çoğu zaman fakir olduğu gerekçesi ile dalga geçtiği Ermenistan'dan. Videoda henüz kilitli pedala bile sahip olmamasına rağmen genç sporcuların heyecanı ve azmi net bir şekilde gözler önüne seriliyor. Varsın bizim de veledromumuz olsun ama bisikletlerimiz eski olsun!


Erivan'daki 3200 kişilik olimpik veledrom.


12 Haziran 2015 Cuma

something like happiness

"marks to prove it" muhteşem bir albüm olacağa benziyor. must be like nothing else, must be like nothing else.